nerde olduğunu bilmeden, bilmeye gerek duymadan, sadece ilerliyordu..gitgide uzayan koridorda ayak sesleri yankılanıyordu...
gözlerinde yaş yerine süzülen kanlar ifadesiz yüzünden akıyor, gittiği yeri görmesini engelliyordu…
aslında; gittiği yeri herhangi bir ışık olmadan nasıl görebiliyordu ki?...
koridor hala bitmiyor, duvarlardaki gümüş çerçeveli tablolarda hüküm süren suratlar daha da korkutucu hale geliyor…
sanki hepsi ona bakıyor..
gözleri donuk, yüzlerinde yara izleri, tenleri soluk…
ilerde sürgülü bir kapı...
üzerinde parçalanmış melek kabartmalarıyla...
hafif bir melodi onu çağırıyor...
“Christine..”
Kapı aralandığında küçük bir ışık huzmesinin büyük odayı aydınlattığını gördü. Işığın şömineden geldiğini anlaması uzun sürmedi. Şöminenin önündeki iki eski koltuktan birinde solgun yüzlü bir adam oturuyordu.
“Gelmen neden bu kadar uzun sürdü?”
İki koltuk arasında küçük bir sehpa, sehpanın üzerinde zümrüt yeşili bir şişe, boş bir kadeh ve küçük bir vazonun içinde bükük kırmızı güller vardı. Diğer kadeh adamın elindeydi. Belirli aralıklarla içindeki kırmızı sıvıyı içiyordu. İçtikçe teninin renginin solgunluğu azalıyordu.
“Pek de karmaşık bir yol olduğu söylenemez sonuçta.”
Odanın diğer ucunda büyük koyu kırmızı bir perde asılıydı. Onun hemen yanında yine eski bir koltuk; bunların dışında oda boştu. Ona çok boş geliyordu. Bütün bunların burada olmasının bir anlamı yoktu. Şöminedeki ateşin çıtırtısı dışında sessizliği yaran başka bir ses daha vardı. Sanki yere bir şey damlıyordu.
“Yüzünü seçemiyorum. Girişte yan taraftaki muslukları kullanabilirdin.”
Elini yüzüne götürdü. Bir ıslaklık vardı. Parmakları kırmızıya, kana bulanmıştı. Odanın solundan bir ses duyuldu. Odada biri daha vardı. Ama Christine onu göremiyordu. Oysa karanlık olmasına rağmen her şeyi net bir şekilde seçebiliyordu.
“Bu kadar üstüne gitme. Sadece küçük bir şok geçiriyor. Zamanla alışır.”
Yaşlı bir kadın sesiydi bu. Çatlak bir sesi vardı ama yumuşak konuşuyordu.
“Aynaya bir bakmak ister misin tatlım? Şu kırmızı perdenin arkasında.”
Nedense kadının sesindeki bir şey onu rahatlatıyordu. Yavaşça perdeye doğru yöneldi. Büyük sarı ipi aşağı çekip perdeyi açtığında aynanın aslında ne kadar küçük olduğunu fark etti.
Yüzüne dikkatlice bakmak istedi. Ama bu o değildi. Sanki başka birinin yüzü ona diğer taraftan gülümsüyor gibiydi. Yüzüne düşen kuzguni siyah saçları, Anton’unkinden de solgun bir teni vardı. Gözlerinden süzülen kanlar yanaklarını kaplamıştı. Ağzını açıp bir şeyler söylemek, tepki vermek istedi. Ama dudaklarını araladığında, sivrileşmiş uzun azı dişlerini gördü. Artık o Christine değildi.
“Ben kimim? Ya da...neyim?”
devamı gelir mi bilmiyorum...pek birşeye de benzemedi zaten...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder