26 Eylül 2007 Çarşamba

Broken Chains


ben sürekli siyah mı giyiyorum?..hayat iğrenç herkes sahte diye mi geziyorum?...bütün günümü kulaklıklar kulağımda kendimi soyutlamış depresif halde mi geziyorum?..kendimi sadece birtakım insanlara şartlıyıp onlar dışında kimseyle tek kelime etmiyor muyum?...ya da metal dinlemeyen kimseyle anlaşamıyor muyum?..siyah giymediği sürece insanların giyim zevkini beğenmiyor muyum?gotik olduğumu mu düşünüyorum?
hmm...
ilginç..çünkü eğer benim algılarımda bir problem yoksa bildiğim kadarıyla;
sınıfın ortasında 4 kişi halay çekiyoruz..boş derslerde oturup matematik testleri çözüyoruz...günü sürekli geyik halinde koparak geçiriyoruz..bağıra bağıra "ağrı dağı eteğinde" ya da "acayip hayvanlara benziyirsen" şarkılarını söylüyoruz o da olmadı, fatih ürek söylemeye başlıyoruz...ali hocayla birlikte sınıfça iftar yapalım diyip duruyoruz...naci hocaya tiyatro için ısrar edip duruyoruz...birimiz her bulduğu kağıttan uçak yapıyor, diğeri üzerinde mavi bir kazak olduğu için hocalardan uyarı alıyor..bu mu depresif halimiz?bu mu sürekli gothic gezen halimiz?bir arkadaşım rap dinlerken biri murat boz şarkıları söyleyerek geziyor, bir diğeri arabeske bağlıyor...
neden müzik zevkim yüzünden, giyim tarzım yüzünden yargılanıyorum?..ya da şöyle diyelim; diğer insanlar istedikleri insan tipinde olmadığım için nasıl beni eleştirme ve yargılama hakkına sahip oluyorlar?
depresif rockçılar diye adlandırılırken bu kadar neşeli, uçuk ve sosyal insanlar olmamız biraz ironik değil mi sizce de?

not: siteye bakıp da gözlerinin etrafı 15 santim siyah olan, siyah dantelli etekler giyip anarşi damgalı tişörtlerle gezen özenti tiplerden olduğumu düşünmediğinizi umarım...

24 Eylül 2007 Pazartesi

Yanıbaşımdan

sevemedim ben bugünü...
sevemedim başından...
göremedim geçtiğini...
...yanıbaşımdan...
her yanımdan...
gelemedim ben oyuna...
gelemedim yaşımdan...
...kovaladım sevdiğimi...
...yanıbaşımdan...
her yanımdan...
...yanıbaşımdan...
...her yanımdan...
yaşamadım ben bugünü...
yaşamadım inadımdan...
...göremedim geçtiğini...
yanıbaşımdan...
her yanımdan...
...yanıbaşımdan...
her yanımdan...
...ellerin uzanmasın...
...uzak dursun dedim...
...sakın dokunmasın...
...hayal ettiklerim...
...bana...
...yakışmasın...
...inancım yok benim...

_sadece resme tıkla_
...:::Gothic Sanctuary:::...

14 Eylül 2007 Cuma

Apocalyptica - Path

apocalyptica'nın en sevdiğim şarkısı ve en sevdiğim klibi...

An Infernal Diary - Sevgili Günlük


blogda küçük bi günlük bulundurmak istedim...günlük tutmam aslında ben ama sıkıldıkça hayatımdaki küçük detayları paylaşabileceğimi düşündüm...aslında blog da bu işe yarıyor ama ben pek bu amaçla kullanmıyorum sanırım..."sevgili günlük bugün hede hödö bana baktı çok tatlıydı" tarzında bişey yazmayacağım da kesin zaten..neyse...başlayalım o zaman =)..

öleyim ben artık ya..sikerim böyle hayatı kardeşim!...derslerim daha da berbat bir hal aldı, hiçbirini de düzeltemiyorum..etrafımdaki insanlar gitgide azalmaya başladı, arkadaşlarımın sadece üçte biri kaldı..üçün birini aldım yani..kendinden başka kimseyi umursamayan, yüzüne karşı konuşmaya gram cesareti olmayan, yapmacık, trip delisi ve hafifmeşrep insanlar yüzünden en yakın arkadaşlarımın ikisini kaybettim..üniversiteye dair tüm umutlarım çöktü...ve şu lanet dizinin müziklerini bulamıyorum!!2!üç!!!..

13.03.2008

bloga bakmayalı o kadar çok olmuş ki..neyse, hazır boş zaman bulmuşken birşeyler yazalım bari..derslerle alakamı kesmiş durumdayım..sınavlarım berbat geçiyor..demokrasi, felsefe ve psikoloji dışında hiçbir dersi 5 getiremiyorum...onu bırak geometriyi 4 bile getiremiyorum...son deneme sınavında da batmışım zaten..tepelerdeyken 18lere düşmüşüm..bravo bana...yok abi, artık herşey belli..mezun olur olmaz teksen haftaiçindeyim..

22.12.2007

bugün benim doğumgünüm =)...oldukça ilginç bir doğum günü hediyesi oldu ama neyse..iyi ki doğdum been =)...

22.10.2007 18:49

yarın okulda başkanlık seçimleri var...oyumu kime veriyim?

18.10.2007 00:12

kavgalarla dolu bir bayram daha...insanların yakın olmaya çalışırken daha da birbirinden uzaklaştığı enteresan günler...
herkese iyi bayramlar...

13.10.2007 15:19

tarayıcı bulamıyorum..sinir oldummm....
06.10.2007 20:31

" +12 öldü! " gazetelerdeyiz...

03.10.2007 20:07

bugün zeyneplere iftara gittik..aslında maksat iftar değil, doğumgününü kutlamak...doğum günün kutlu olsun zeynepcim =) ayrıca bugün eylül'ün de doğum günü...doğum günün kutlu olsun eylül =)...
bu sefer hayvanlık yapıp teker teker çatal kaparak pastaya saldırmadık...insan gibi kestik, tabaklara koyduk, öyle yedik...medenileşiyor muyuz ne?

30.09.2007 22:00

kim olduğunu bulamadığım birinin dün yazdıklarımdan rahatsız olması nedeniyle birkaç yazımı kaldırdım..tahminim var gerçi ama çok önemli değil...kişisel yargılar ve insanları kategoriye alma çabaları da benim hakkındaki yorumlarda oldukça etkili...bundan hoşlanmıyorum..eğer tekrar bloga girme zahmetinde bulunursa ve bu yazıyı okursa söylemek isterim ki ben kimseyle dalga geçmiyorum..müzik hocasının dalga geçilecek biri olmadığının farkındayım ve kendisine de yeterince saygım var...goth dinleyip gotiğim diye takılan depresif insanlardan değilim..diğerleri için de geçerli bu...1 buçuk senedir yapamadığımız en büyük şey sınıf içerisinde bize karşı olan önyargıları yıkmak oldu zaten..herkes rahat olsun..biz insanlarla alay edip onları küçümseyecek kişilikler değiliz...müzik hocası da oldukça bilgili ve öğrencileriyle yakın olmaya çalışan bir insan..ve ben bunu kimse benden yazmamı istiyor diye yazmıyorum...

26.09.2007 19:05

hoca geldi..neden hala hayatta bu adam?

25.09.2007 13:21

5. dersteyim..hocanın gelmeye niyeti yok gibi duruyor...sınıftaki herkes birbirinden kopuk, birbirinden habersiz..D'nin havası yok..minik gruplar halinde herkes kendi derdinde...kendimi bu sınıfın çok dışında hissediyorum..yakın davranıyoruz ama yakın değiliz...sadece sınıf arkadaşı..beraber takılmıyoruz, konuşmuyoruz, okul olmasa kimsenin kimseden haberi yok...bütünlük yok..gruplar var...dur neydi o?parça bütünlüğü falan...hah, divan edebiyatında bütün güzelliği değil parça güzelliği vardı..evet...edebiyattan nefret ediyorum...

25.09.2007 13:17

bugün yine sinir katsayımın arttığı bir gündü...herkes çok sinirli olduğumu söylüyor..ben agresif biri miyim??

23.09.2007 00:13

bugün oturup 1 saat kadar test çözdüm...bakalım bu devam edebilecek mi?etmesi lazım çünkü...artık o kadar rahat değiliz..artık dersler de boş değil...çarşamba günleri de öğleden sonra boş değil...üff, sinirlerim bozuldu yine..neyse aklımı meşgul etmiş oluyorum en azından...iyi böyle..durmak yok ineklemeye devam...

20.09.2007 00:40

popomundo diye bir web tabanlı yani internet üzerinden oynanan bir oyun var..acayip zevkli bişey..az önce manita yaptım kendime =)
oynamak isterseniz; http://www.popomundo.com

16.09.2007 15:52

ya bu çocuğun msnine bir başkası daha giriyor ya da saat 12'yi geçince buna bir haller oluyor...1,5 saat boyunca sagopa kajmer ve kolera dinledi ben msni kapatırken hala onları dinliyordu 10 dakika önce msnimi açtım opeth'in black rose immortal'ı dinliyor...anlamadım ki..

15.09.2007 02:26

garip eleman yine sagopa kajmer dinlemeye başladı...nickinde de black sabbath dinleyen varsa titretsin yazıyor..

14.09.2007 23:51

bütün günüm düşüncelerle geçti...neden birden aklımı bu kadar meşgul etmeye başladı anlamıyorum..tüm bu düşüncelerden kurtulduğumu sanıyordum...sıradan bir insan haline geldiğini düşünüyordum...ama bugünün farkı nerde ki?nerden çıktı şimdi?

14.09.2007 20:43

2 yıl geçtikten sonra sana değer verildiğini düşünüyorsun..buna inanıyorsun...inanmak istiyorsun...ama ya hiçbirşey göründüğü gibi değilse?

14.09.2007 02:43


msnimde kayıtlı olduğu süre boyunca abuk sabuk şeyler dinleyen bi eleman son bikaç saattir benim son günlerde dinlediğim grupları dinliyor...garip..


14.09.2007 02:27

Apocalyptica On The Scene

Eurovision 2007'de ev sahipliği yapan Finlandiya'nın çıkardığı bir başka dehşet grup Apocalyptica'nın yaptığı muhteşem gösteri..ama nedendir bilinmez TRT bunu yayınlamadı...onun yerine reklam verdi..millet de saf saf reklamları izledi...

12 Eylül 2007 Çarşamba

İnsan Kemiklerinden Kilise


Çek Cumhuriyeti başkenti Prag'ın 70 km doğusunda Sedlec isminde bir kasaba bulunur. Aslında olağandışı bir kilisesi olmasaydı bu kasabaya sıradan bir kasaba gözüyle bile bakılabilirdi. Buradaki kilisenin içi gerçek insan kemikleri ile dekore edilmiştir. Hikaye 1218 yılında, güvenilen bir kişi olan Abbot Henry'nin kutsal topraklara hacca gitmesi ve oradaki mezarlıktan bir kavanoz toprak getirerek kilisenin üzerine serpmesiyle başlar. Böylece kilise daha kutsal bir yer olarak görülmeye başlanır ve çok popüler bir gömülme noktasına dönüşür. 1318'e kadar 30,000 den fazla beden buraya gömülmüştür ve 1511'de yeni bedenlere yer açabilmek için eski kemiklerin bir kısmının yerlerinin değiştirilmesi gerekmiştir. Bunlar daha sonra ürpertici eserlerin malzemesi olmuşlardır. 1870 yılında Shwartzenberg dükü tarafından yerel bir ahşap oymacısı kilisenin içini insan kalıntıları (yaklaşık 40,000 set insan kemiği) ile dekore edilmesi için tutulmuştur. Günümüzde bu kilise tüm dünyanın en olağan dışı kiliselerinden biridir..

Resimlerin büyük halleri üzerlerine tıklayın...


Free Image Hosting at www.ImageShack.usFree Image Hosting at www.ImageShack.usFree Image Hosting at www.ImageShack.usFree Image Hosting at www.ImageShack.usFree Image Hosting at www.ImageShack.us

10 Eylül 2007 Pazartesi

Theatre Of Tragedy

bu aralar çok dinliyorum ben bu grubu...çok severim ama son 3 albümü güzel değil pek...bence en iyi albümleri velvet darkness they fear ve aegis..özellikle velvet darkness they fear'ı tavsiye ederim çok dehşet bi albümdür..
küçük bi biyografi yazdım sona da sevdiğim şarkılarından birinin sözlerini koydum...pek bişey anlamazsınız gerçi eski ingilizce kullanmışlar...sözlere bakıp şarkı takip edilmiyor bile...

Stavanger çıkışlı Norveçli gothic metal grubu..İlk albümleriyle gothic metalin öncülerindendir.İlk üç albümünde eski ingilizce kullanan grup, Musique albümünden sonra oldukça tarz değiştirdiler ve industrial rock'a kaydılar, elektronik yapıyı daha çok kullandılar ve eski ingilizce sözleri bırakıp death vokali ağırlıklı kullanmaya başladılar.




Theatre of Tragedy 1992 yılında Raymond Rohonyi ve Pål Bjåstad tarafından kuruldu.Baterist Hein Frode Hansen 1993'te grubu "Phobia" dan ayrıldı ve yeni grup arayışlarına girdi.Bir arkadaşı Suffering Grief adlı bir grubun baterist aradığını söyledi ve Hansen grupla temasa geçtikten sonra gruba katıldı.Suffering Grief vokalist Raymond István Rohonyi ve gitaristler Pål Bjåstad ve Tommy Lindal'dan oluşan bir gruptu.Hala bir bassistleri yoktu ama Eirik T. Saltrø konserlerde onlarla birlikte çalıyordu.



Provalar için bir mekan bulunduktan sonra grup Lorentz Aspen'le birlikte müziğin içine piyano da katmaya başladı.Bu arada grup death vokal kullanıyordu.



İlk şarkıları "Lament of the Perishing Roses" ı oluşturduktan sonra grup adını önce La Reine Noir olarak değiştirdi, daha sonra Theatre of Tragedy oldu.Sadece ilk şarkının vokalleri için Liv Kristine Espenæs'i davet eden grup daha sonradan temelli olarak gruba kattı.



1994'te ilk demolarını kaydettiler, 1995'te de ilk albüm "Theatre of Tragedy" yayımlandı.Bunu 1996'da "Velvet Darkness They Fear" ve 1997'de "A Rose For The Dead EP" izledi.Grup, 1998'de "Aegis" adlı albümlerini yayımlayarak kariyerinin zirvesine ulaştı.



2003'te Liv Kristine eşi Alexander Krull ve Krull'un grubu Atrocity'den müzisyenlerle Leaves' Eyes'ı kurdu.Ağustos 2003'e kadar Theatre of Tragedy tarz değişimli albümleri Musique (2000) ve Assembly (2002) yayımladı.Grup, resmi web sitelerinde Liv Kristine'in müzikal uyuşmazlıklar nedeniyle gruptan çıkarıldığını duyurdu.



Bir sonraki yıl The Crest'ten Nell Sigland gruba dahil oldu ve 2006'da Storm'u yayımladılar.Bu albümde son 2 albümün aksine industrial rock'tan ve elektronik müzikten uzaklaşılarak ilk albüme benzer bir tarz değişikliği var.



..................Angelique.................

Thou dawdl'd not bringing me fro Æther to Nether,

Still, duringly cling I on to this heather -

Dew-scentéd blossom; thou wast pristine,

The sweven of thee ne'er will I cede, my colleen.

Drat this creature of memories ill,

Foolhardy and fey I may be, yet him I shall quell.


'Vaunt! - Devil tyne -

Wadst thou wane fore'ermae;

Daunt - sinsyne thence,

Ta'en as a dint, Angélique?


Perforce and grinningly shall I maim in the vie -

Alas dastard! - hanging by the noose die.


'Vaunt! - Devil tyne -

Wadst thou wane fore'ermae;

Daunt - sinsyne thence,

Ta'en as a dint, Angélique?


'Come not wont to this uncouth Devil!,

Lest to a Devil thou wilt translate...my Angel.


'Vaunt! - Devil tyne -

Wadst thou wane fore'ermae;

Daunt - sinsyne thence,

Ta'en as a dint, Angélique?

9 Eylül 2007 Pazar

Silent Love


hayatta sadece gidenler ve geride kalanlar...bazen giden oluyoruz bazense geride kalıp, geride bırakılıp, tek başına ağlamaya mahkum edilen...sessizliğin içinde gömülü bir şekilde zamanın geçip gitmesini beklerken durgunluğu yarıp gömülü olduğum mezarlıktan çıkabileceğime olan inancım azalıyor...suskunluğun aklımı ve hayatımı sarmasını izliyorum sakince...söylemek istediğim herşey içimde bir yerlerde kalıyor..dışarı çıkamıyor...yaşamımdakileri değiştirmekten korkuyorum...kaybedecek bir şeyim olmadığı halde kaybetmekten korkuyorum...hayal kırıklığından korkuyorum..ama yine de onu yaşıyorum...ağzımdan bir söz çıksa da çıkmasa da...gözlerimden akan yaşların zamanla azaldığını hissediyorum...bir süre sonra istesem de ağlayamadığımı farkediyorum...söyleyemediğim, söylemediğim, her söz gibi onun da çıkmamak üzere içimde kaldığını biliyorum...artık neye değer verdiğimi bilmiyorum...dudaklarımın mühürlü kaldığı her dakikanın yavaşça anlamsızlaşmasını izliyorum...eskiden ne kadar önem verdiğim şeylerin birer birer gereksizleşmesini izliyorum...dünyanın tek bir nokta dışında siyah beyaz olduğunu düşünürken aslında bir sürü renkle dolu olduğunu görüyorum...beni yavaşça öldüren, melankoliye sürükleyen düşüncelerin hafif esen rüzgarda süzülerek uçup gittiğini farkediyorum...ama bir an, sadece küçük bir an, dünya tekrar donuklaşıyor...aklımdan binbir türlü sahne, binbir türlü düşünce geçiyor...kalbim hızlı bir şekilde atıyor...ve ne olduğunu bile anlamadan geçip gidiyor...gözlerimin önünden geçen sahnelerin perdelerini indiriyorum...ve oyun sona eriyor...
yan rollerdeki herkes gidiyor...sıcak bir kahve içmek, yorgunluğu üzerlerinden atmak ve başka bir oyunda rol almak için sahneyi terkediyorlar..ama başrol oyuncusu orda kalıyor...bir an çaresiz kalıyor...ne yapacağını düşünüyor...panikliyor...etrafındaki dekor değişiyor..ve içeri başka yardımcı oyuncular girmeye başladığı an rahatlamaya başlıyor...sonra panik tekrar geri geliyor...yeni oyunun ne olduğunu bilmiyor..replikleri bilmiyor...yardımcı oyuncuları tanımıyor...dekor ona yabancı geliyor...ama bir kere oyun başladıktan sonra hepsi yine geride kalıyor ve hayatının yeni oyununa alışıyor..eski oyuncuları ara ara düşünüyor...özlüyor belki de...ama yenilerinden de ayrılmak istemiyor..onlarla da mutlu...ta ki o oyun da bitene kadar...

6 Eylül 2007 Perşembe

Cradle Of Filth - Nymphetamine

cradle of filth'in liv kristine'le bi düeti...şarkı da klip de çok güzel...cradle of filth'in klipleri genelde bol kanlı sapıkça kısaca abartılı olur ama bu klip hiç de öyle değil ve bence çok güzel olmuş bu haliyle..

dost silmek...

kendinden de bir parça silmektir.

tekrar tekrar hatırlanarak beraber gülünen anılar, artık hatırlandığında yüzdeki ifadenin birden değişip yerini düşünceli bir suskunluğa bırakmasına neden olur.sevgilinizden ayrılmaktan da acı veren bir olaydır.çünkü o herkesten daha fazla düşüncelerine önem verdiğiniz insandır.dostunuzdur; sırlarınızı paylaştığınız, kendinizi her yalnız hissettiğinizde telefona sarılıp aradığınız ve de her seferinde ulaşabildiğiniz insandır.hayatınızda ne kadar büyük yer kapladığını, kardeş gibi gördüğünüz insanın yanından sanki bir yabancı, hayatınızda ilk kez gördüğünüz biriymiş gibi geçtiğinizde anladığınız; bundan sonra yanınızda olup size kendinizi iyi hissettirmeyecek kişidir.

hiç beklemediğiniz anda, dostunuzun da sizin de içinizde biriktirdiğiniz ne kadar çok şey olduğunu farkedersiniz ve sudan bir sebepten dolayı aranız açılmış gibi görünse de aslında o sebepler söylenmeyenlerdir. isteksizce silersiniz dostunuzu hayatınızdan ve gurur mu bilinmez bir nedenden bir daha da konuşamazsınız hiçbir şekilde. en yakın insanlardan birinin yokluğunu hissettiğinizde, özlediğinizde; kızgınlık yerini derin hüzüne bırakır sessizce.

5 Eylül 2007 Çarşamba

Eternal Silence

büyük demir kapıların ardına gizlenmiş siyah bir dünyada, tozlu raflarda yer alan asla okunmamış ağır kitaplar ve üzerindeki örümcek ağlarını aydınlatan kabartmalı şamdanlardaki kırmızı mumlar...
nerde olduğunu bilmeden, bilmeye gerek duymadan, sadece ilerliyordu..gitgide uzayan koridorda ayak sesleri yankılanıyordu...
gözlerinde yaş yerine süzülen kanlar ifadesiz yüzünden akıyor, gittiği yeri görmesini engelliyordu…
aslında; gittiği yeri herhangi bir ışık olmadan nasıl görebiliyordu ki?...
koridor hala bitmiyor, duvarlardaki gümüş çerçeveli tablolarda hüküm süren suratlar daha da korkutucu hale geliyor…
sanki hepsi ona bakıyor..
gözleri donuk, yüzlerinde yara izleri, tenleri soluk…
ilerde sürgülü bir kapı...
üzerinde parçalanmış melek kabartmalarıyla...
hafif bir melodi onu çağırıyor...
“Christine..”
Kapı aralandığında küçük bir ışık huzmesinin büyük odayı aydınlattığını gördü. Işığın şömineden geldiğini anlaması uzun sürmedi. Şöminenin önündeki iki eski koltuktan birinde solgun yüzlü bir adam oturuyordu.
“Gelmen neden bu kadar uzun sürdü?”
İki koltuk arasında küçük bir sehpa, sehpanın üzerinde zümrüt yeşili bir şişe, boş bir kadeh ve küçük bir vazonun içinde bükük kırmızı güller vardı. Diğer kadeh adamın elindeydi. Belirli aralıklarla içindeki kırmızı sıvıyı içiyordu. İçtikçe teninin renginin solgunluğu azalıyordu.
“Pek de karmaşık bir yol olduğu söylenemez sonuçta.”
Odanın diğer ucunda büyük koyu kırmızı bir perde asılıydı. Onun hemen yanında yine eski bir koltuk; bunların dışında oda boştu. Ona çok boş geliyordu. Bütün bunların burada olmasının bir anlamı yoktu. Şöminedeki ateşin çıtırtısı dışında sessizliği yaran başka bir ses daha vardı. Sanki yere bir şey damlıyordu.
“Yüzünü seçemiyorum. Girişte yan taraftaki muslukları kullanabilirdin.”
Elini yüzüne götürdü. Bir ıslaklık vardı. Parmakları kırmızıya, kana bulanmıştı. Odanın solundan bir ses duyuldu. Odada biri daha vardı. Ama Christine onu göremiyordu. Oysa karanlık olmasına rağmen her şeyi net bir şekilde seçebiliyordu.
“Bu kadar üstüne gitme. Sadece küçük bir şok geçiriyor. Zamanla alışır.”
Yaşlı bir kadın sesiydi bu. Çatlak bir sesi vardı ama yumuşak konuşuyordu.
“Aynaya bir bakmak ister misin tatlım? Şu kırmızı perdenin arkasında.”
Nedense kadının sesindeki bir şey onu rahatlatıyordu. Yavaşça perdeye doğru yöneldi. Büyük sarı ipi aşağı çekip perdeyi açtığında aynanın aslında ne kadar küçük olduğunu fark etti.
Yüzüne dikkatlice bakmak istedi. Ama bu o değildi. Sanki başka birinin yüzü ona diğer taraftan gülümsüyor gibiydi. Yüzüne düşen kuzguni siyah saçları, Anton’unkinden de solgun bir teni vardı. Gözlerinden süzülen kanlar yanaklarını kaplamıştı. Ağzını açıp bir şeyler söylemek, tepki vermek istedi. Ama dudaklarını araladığında, sivrileşmiş uzun azı dişlerini gördü. Artık o Christine değildi.
“Ben kimim? Ya da...neyim?”



devamı gelir mi bilmiyorum...pek birşeye de benzemedi zaten...

Epica - Cry For The Moon

epica'nın en sevdiğim şarkısıdır...bu video şarkının akustik kaydı...

Ortaçağ Sanatı



Ortaçağ sanatı, Hırıstiyanlığın yayıldığı ülkelerde doğmuş ve onun hizmetinde gelişmiş olan dinsel nitelikli bir sanattır. Roma İmparatorluğu 4.yüzyılda Hıristiyan dinini kabulünden sonra ikiye ayrılınca, Ortaçağ sanatı da Batı ve Doğu Hıristiyan Sanatı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Ortodoks mezhebine bağlı olan Doğu Hıristiyan Sanatı, Katolik Roma’dan farklı bir yol izlemiş ve “Bizans Sanatı” olarak adlandırılmıştır.
----------------------------------------------------------------------
Hıristiyanlık, başlangıçta çoktanrılı Roma’nın baskısı yüzenden rahat yayılma olanağı bulamamış, ancak resmi din olarak kabul edildikten sonra gelişme gösterebilmiştir. Batı Roma İmparatorluğu topraklarında yaşayan Hıristiyan toplulukları 4. yüzyıla kadar inançlarını yayma konusunda özgür değillerdi. Ölülerini gömerken gösterişli ayinler yaptıkları, bu yüzden de kovuşturmaya uğradıkları için mezarlıklarını yer altında yapmak zorunda kalmışlardır. Uzun ve karmaşık dehlizlerden oluşan bu yeraltı şehirlerine “Katakomb” adı verilir. Araştırmacılar tarafından uzun süre Hıristiyanların gizlice yaşadıkları şehirler sanılan katakombların sonradan yalnızca ölü gömülen ve ibadet edilen yerler oldukları anlaşılmıştır Nitekim, katakomblarda duvarlarına mezarlar oyulmuş dar koridorlardan ve girişteki ibadet salonundan başka, yaşamaya elverişli mekanlara rastlanmamıştır.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hıristiyanlık, başlangıçta Yahudiliğin tasvir yasağını benimsediği için ilk resim örnekleri, ancak 3. yüzyıldaki katakomb duvarlarında karışmıza çıkar. Bu resimler genellikle çok basit ve şematiktir. Okuma yazma bilmeyen Hıristiyanların vaazlarda anlatılan dinsel olayları gözlerinde canlandırabilmeleri için yapılmışlardı. Aslında bu resimlerin her biri basit birer semboldürler. Ama bu basit semboller bile, o dönemde inançlı kişilerin zihinlerinde bir takım dinsel imgeler uyandırmaya yetiyordu. Örneğin, Roma’daki Priscilla Katakombu’nda tasvir edilen İsa’nın oniki havarisiyle birlikte yediği ve onlara kutsal ekmekle şarap dağıttığı Son Akşam Yemeği sahnesi, ıncil’de geçen ve tüm Hıristiyanların bildiği bir olaydır. Bu yüzden resmi yapan sanatçı, olayı ısa ile yalnız altı havarisini basit bir sofra önünde göstermekle yetinmiştir.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Batı Roma, 4. yüzyıldan başlayarak Kuzeyli kavimlerin istilasına uğramıştı. Amansız Hun akınlarıyla yurtlarından atılan Cermen ulusları, Avrupa’nın çeşitli yörelerine yayılmışlar, zayıf düşen Roma bunlarla başa çıkamamıştır. Ostrogotlar ve Lombartlar ıtalya’da, Franklar orta ve batı Avrupa’da, Vizigotlar ıspanya’da, Vikingler ve Anglosaksonlar ıskandinavya ve ıngiltere’de egemenlik kurmuşlardır. Romalıların “barbar” saydıkları bu kavimlerin aslında kendilerine özgü uygarlıkları ve sanatları vardı. Bu kavimler, Hıristiyanlığı benimsedikten sonra yerleştikleri ülkelerin kültürünü de özümleyerek, 11. yüzyılın ortalarına kadar güçlü bir sanat etkinliği yaratmışlardır. Bugün Osla Gemi Müzesi’nde bulunan 9. yüzyılı ait bir Viking Gemisi’nin burnu, Vikinglerin başarılı tahta oymacılı¤ını yansıtan güzel bir örnektir.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Erken Hıristiyan sanatının oluşumunda Helen-Latin kültürü kadar kuzey kavimlerinin de katkısı olmuştur. Bu dönemin sanatı putperestlik inançlarından izler taşımakla birlikte aslında tümüyle Hıristiyanlı¤ın hizmetindeydi. Bu dönemde dinsel olmayan tek örnek, Bayeux Halısı’dır. 70 metre boyundaki bu ola¤anüstü yapıtta Normanların ıngiltere’yi istilası anlatılmıştır. 6. yüzyıl başında ıtalya’nın Ravenna kentinde yapılmış olan Ostrogot kralı Büyük Thedoric’in Mezar Anıtı ise erken mimarlık örneklerinden biridir. Bu görkemli anıtta merkezi planlı, dışı mermer kaplı Roma yapılarının etkileri kolayca farkedilir. Lombartların 7. yüzyılda Kuzey ıtalya’nın Perugia kentinde inşa ettikleri Kilise de eski Yunan ve Roma tapınaklarını anımsatmaktadır. Benzerlik, özellikle dışa açık sütunlu cephede ve üçgen alınlıklı çatı örtüsünde dikkati çeker.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
8. yüzyılda batı ve orta Avrupa’ya hakim olan Franklar, ünlü kralları Charlemagne döneminde topraklarını daha da genişleterek, Avrupa’nın en güçlü devletini kurmuşlardır. Charlemagne, bir cermen prensliğinden Roma anlamında bir imparatorluk yaratmıştır. Kendini Kutsal Roma-Cermen İmparatoru ilan etmiştir. Birleşik bir Avrupa’nın kurulması ve Batı kültürünün temellerinin atılması bakımından önem taşıyan bu döneme “Karolenj Rönesansı” adı verilmiştir. Bu dönemin en tipik mimarlık örneği başkent Aachen’daki İmparatorluk Kilisesi”dir. Çevresi daha sonraları Gotik üslupta yapılarla kuşatılmış olan bu kilise, sekizgen gövdeli, yüksek kasnaklı, dilimli kubbeli bir yapıdır. Çevresindeki yapılardan ayrı düşünülürse, anıtsal bir görünüm taşıdığı hemen anlaşılır. Charlemagne’ın kurdurduğu bu merkezi planlı yapıya Ravenna’da bulunan 546 tarihli bir Bizans kilisesi olan San Vitale’nin örnek olduğu düşünülmektedir. Aachen şapeli’nin iç yapısı da ilginçtir. Sekiz masif ayağı dayanan kubbeli orta mekan iki katlıdır. Bu mekan altta bir koridor, üstte ise sütunlu galerilerle çevrilidir. Yapının dış görünümündeki anıtsallık, damarlı ve renkli mermerlerle kaplı iç mekanda daha da belirgindir.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Karolenj İmparatorluğu 10. yüzyılda ikiye bölünmüş, doğu kesimi Kral Büyük Otto’nun yönetimine geçmiştir. Yeni bir canlanışa sahne olan bu dönemin ve yörenin sanatı, “Otto Sanatı” diye tanımlanır. Bu dönemin mimarlık yapıtlarına örnek olarak 11. yüzyılın ilk yarısında yapımı tamamlanan Hildesheim’daki Saint Michael Manastırı gösterilebilir. Bu kilisede bazilika planı uygulanmıştır. Vatikan’da bulunan San Pietro Kilisesi’nin 16. yüzyılda çizilmiş eski bir resmi, bazilikal plan tipinin ana hatlarını göstermesi bakımından önemlidir. Bu çizimde görüldüğü gibi, erken örnekleri Geç Roma ve Bizans’a dayanan bazilikal plan tipinde uzunlamasına ana mekan, sütunlara dayanan kemerlerle yan mekanlara açılmaktadır. Bu yan mekanlara orta ve yan nefler denir. Orta nefte, girişin karışsındaki duvar, yarım daire biçiminde dışarı taşırılmıştır. Dini törenlerin yapıldığı, ilahilerin okunduğu bu bölüme “Apsis” adı verilir. Genellikle apsis yönünde nefleri dik olarak kesen uzun bir mekan daha yer alır. Kral galerisinin ve kilise orgunun bulunduğu bu mekana ise “Transept” denir. Saint Michael Kilisesi’nde olduğu gibi bazen giriş yönüne de ikinci bir transept eklenir, orta nefle transeptin kesiştiği bölümler, birer kuleyle yükseltilirdi. Yuvarlak kemerlerin, masif ayakların ve kalın duvarların kullanıldığı bu yapılar, daha sonraki yüzyılda görülen Romanesk mimarinin öncüleri olmuştur.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Gerek Charlemagne gerekse Otto döneminde el sanatları ve kitap resimleri alanlarında da ilginç örneklerle karışlaşılır. Dini törenlerde kullanılan 8. yüzyıla ait kutsal bir şarap kabı olan Tassilo Kalisi (Kremsmünster Manastırı) hem biçim hem işçilik bakımından dönemin yetkin bir örneğidir. III. Otto İncili’nin (Bayerische Staatsbibliothek, Munich) altın kaplamalı ve değerli taşlarla süslü cilt kapağının ortasında yer alan fildişi kabartma da dönemin ince el işçiliğini gösteren güzel bir örnektir. Bu kabartmada “Meryem’in Ölümü” konu edilmiştir.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Erken dönemde duvar resminin yanı sıra minyatür adı verilen kitap resmi de yaygınlık kazanmıştır. Bu dönemin minyatür sanatında görülen özellikleri başarıyla yansıtan örneklerden biri de 845 tarihli Bamberg İncili’nde (Staadliche Bibliothek, Bamberg) yer alan Adem ile Havva kompozisyonudur. Bu minyatürde Adem ile Havva’nın yaradılışından, şeytana uyup yasak meyvayı yemelerine, cennetten kovulmalarına ve yeryüzünde çileli bir hayat sürmelerine kadar geçen olaylar anlatılmaktadır. Basit ve şematik bir anlatım söz konusudur. Bütün bu olaylar şerit halindeki sahnelerde bir yazı okur gibi izlenebilir. Bu özellik, Ortaçağ resminde yaygın bir anlatım biçimidir. Otto dönemine ait kitap resimlerinde ise daha ileri bir aşamaya tanık olunur. Kral Otto’ya sunulan bir kitabın (Musée Condé, Chantilly) ilk sayfasında Hıristiyan dünyasının hakimi olarak tahtında oturan kral ve buyruğundaki eyalet prensleri gösterilmiştir. Sahne, dengeli bir kompozisyon düzeni ve başarılı bir renk uyumu içinde resimlenmiştir.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
1066 yılında İngiltere’yi işgal eden Normanlar, yeni bir mimari üslubu da beraberlerinde getirmişlerdir. Bu üslup ıngiltere’de “Norman üslubu”, Avrupa kıtasında ise “Roman üslubu” adını almıştır. 1050’lerde başladığı kabul edilen Romanesk, Avrupa’nın yeni bir canlanış dönemi olmuştur. Özellikle Haçlı seferleri, değişik sınıftan kişilerin birbirine kaynaşmasını sağlamış, kilise her tür sanatın koruyuculuğunu yapacak bir düzeye ulaşmıştır.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Romanesk sanat deyince ilk akla gelen, Ortaçağ’ın büyük manastır yapılarıdır. Bunlar, yalnız dinsel değil, sosyal ve kültürel etkinlikleri de içeren yapı kompleksleridir. Romanesk kiliseler ise kalın taş duvarları, masif kuleleri ve heybetli görünümleriyle kimi zaman bir şatoyu anımsatırlar. Romanesk mimarlık üslubuna Avrupa’nın değişik yörelerinde rastlanır. Ama en tipik ve anıtsal örnekler daha çok Almanya, Fransa ve ıngiltere’de toplanmıştır.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Romanesk mimarinin en yaygın formu, çok nefli ve transeptli bazilikal formdur. Bu üsluptaki kiliselerde orta nef ile yan neflerin bağlantısı, 11. yüzyılda yapımına başlanan Speyer Katedrali’nde olduğu gibi masif ayaklara dayanan yuvarlak kemerlerle sağlanmıştır. Roma yapılarından alınan yarım daire biçimli yuvarlak kemer, Romanesk mimarinin en belirgin özelliklerinden biridir. Bu dönemde yapıların örtü biçimleri de değişmiştir. Erken dönemlerde kullanılan ahşap kirişli çatılar bu dönemde de kullanılmakla birlikte artık esas örtü biçimi, “tonoz” olmuştur. Yuvarlak kemerlerle dörtgen bölümlerin oluşturulduğu neflerin üzerini dilimli kubbeleri andıran çapraz tonozlar örtmektedir.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu dönemde mimarlık ön plandaydı, öteki sanat dalları ise onun zenginlik ve anlamını arttırmak için birbiriyle yarışıyorlardı. Örneğin, Romanesk heykel sanatı mimariden ayrı düşünülemez. 11. yüzyılda tamamlanan Poiters’deki Notre-Dame Kilisesi’nin cephesinde ayakta duran, oturan, bir konuyla ilgili olarak gruplaşan çok sayıda kabartma figür görülmektedir. Bu kabartmalar, yapının cephesini görkemli bir biçimde süslemekle kalmayıp, ona hareket, soluk alan bir canlılık da katmaktadırlar. Romanesk heykel, yalnız cephelerde değil, iç mekanda da mimari organlara bağlı olarak geniş yer tutar. ıçiçe geçmiş çok sayıda figürden oluşan sütun ve ayaklar, bunun en ilginç örnekleridir. Kimi sütun başlıkları da neredeyse birer heykele dönüşmüştür. Bu özelliği en iyi gösteren örneklerden biri de Chauvigny’deki Saint Pierre Kilisesi’nde bulunan sütun başlığıdır. Sanatçı, sütun başlığı gibi dar bir alana yargı gününde günahların tartılması konusunu ustalıkla sığdırmayı başarmıştır. Dönemin heykel ustaları yalnız yapı cephelerinde değil, alınlıklarda, silmelerde, tunç ve ahşap kapı kanatlarında da Tevrat ve ıncil’de anlatılan olayları ve kişileri betimlemekten geri durmamışlardır.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Heykel alanındaki bu açılıma karışlık, dönemin resim sanatında özellikle kitap resminde daha sıkı kalıplara, daha belirgin şemalara bağlı bir anlatıma tanık olunur. 1188 tarihli bir Kitap Resmi’nde (Welfenchronik, Weingarten Manastırı) İmparator Frederich Barbarossa ve oğulları Kral Henry ile Kont Frederich betimlenmiştir. ılk göze çarpan özellik, konuyla ilgili sahne düzenlemesinin statik bir soyut kalıp içine alınması, nakış ögelerinin de bu soyutluğu arttırmış olmasıdır. Romanesk duvar resimlerinde de aynı katı ve soyut anlatım kalıbı kullanılmıştır. Bugün Barselona’da Catalina Güzel Sanatlar Müzesi’nde bulunan 1123 tarihli bir Duvar Resmi’nde, Hiristiyan dünyasının tek hakimi anlamında betimlenmiş ısa fügürü, bu özelliği en iyi yansıtan örneklerden biridir.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Romanesk dönemi Ortaçağ’ın son büyük aşaması olan “Gotik dönem” izlemiştir. 12. yüzyıl ortalarında başlayan Gotik sanat, Rönesans dönemine kadar sürmüştür. Romanesk deyince akla manastır yapıları geliyordu, Gotik denildiğinde ilk akla gelen ise, sivri çatı ve kuleleriyle göğe doğru yükselen, dev boyutlu katedral yapılarıdır. Gotik mimarlığın 1122’de Abbot Suger tarafından tasarımlanan, Paris yakınındaki St. Denis Manastır Kilisesi ile başladığı kabul edilir. Ama en yetkin klasik örnekler Fransa’nın Ile de France bölgesinde, yapımlarına 13. yüzyılda başlanan Laon, Chartes, Reims, Amiens ile Paris Notre-Dame Katedralleri’dir.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Katedraller, Ortaçağ kentlerine biçim vermiş, kent ekonomilerinin gelişmesine önemli katkıda bulunmuşlardır. Bu dev yapıların tamamlanması, çok kere yüzyıldan fazla sürüyor, kent, onun çevresinden başlayarak halkalar halinde genişliyordu. Ayrıca yapı, il ve çevresinden çok sayıda işçiyi kendine çekiyor, ekonomik etkinlik de o ölçüde canlanıp büyüyordu. Bir Romanesk kiliseden çıkıp, bir Gotik katedrale girildiğinde aradaki büyük fark hemen anlaşılır. Gotik katedrallerde daha geniş nefler, daha ışıklı bir ortam ve kendini yukarlara çeken daha hafif bir mekan ile karışlaşılır. Gotik mimarinin bu başarısı iki yeni buluşa dayanır. Birincisi sivri kemerlere dayanan kaburgalı tonoz sistemidir. ıkincisi ise yapıyı dıştan destekleyen payanda kemerlerinin kullanılmış olmasıdır. Romanesk mimaride kullanılan yuvarlak kemerlerin yerini Gotik mimaride sivri kemerler almıştır. Böylece kemere binen yükün yanlara doğru zorlaması azaltılıp, aşağı doğru akması sağlanmıştır. Ayrıca kaburgalı yapısıyla tonozun ağırlığı azaltılmış, kemere daha az yük bindirilmiş olur. Ama kemerler sivri olsa da bir ölçüde dışa zorlama söz konusuydu. Kemerleri taşıyan demet biçimi sütun ya da ince ayaklar bu zorlamaya dayanmayabilirdi. Mimarlar bu sakıncayı gidermek için kritik noktalarda payanda kemerleri kullanmışlardır. Payanda kemerleri yapıların yan ve arka cephelerinin bir yapı iskelesi görünümü almasına yol açıyordu. Ancak dış duvarların kitlesel görünümünüde önlemiş oluyordu. yan ve arka cephelerin bu durumuna karışlık, katedrallerin ön cepheleri gerçekten çok görkemli ve anıtsal bir görünüm taşırlar. Ön cephelerde genellikle kapıların üstünde içeri doğru kademeli olarak daralan büyük alınlıklar, kademeleri oluşturan silmelerde ise çok sayıda aziz figürü yer alır. Orta bölümde vitraylı yuvarlak bir pencere ile iki yanda dar ve yüksek pencereler bulunur. Üst bölümde yine bir sıra aziz figürü taşa işlenmiştir. Her iki yanda ise görkemli çan kuleleri yükselir. Klasik bir Fransız katedrali olan Reims’in cephesi bu tanıma en iyi uyan örnektir.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Katedraller, Avrupa’nın değişik yörelerinde gerek plan gerek dış görünüm bakımından farklı biçimler kazanmıştır. Gotik mimari ıngiltere’de değişik özellikler taşır. ıngiliz Gotik mimarı Lincoln Katedrali’nde olduğu gibi, iç mekan örtüsünde de değişik ve ilginç uygulamalara gitmiştir. Londra Westminster Katedrali şapelinde tonoz kaburgalarının yelpaze biçimini aldığı görülür. Böylece taşıyıcı organlar, aynı zamanda dekoratif bir işlev de kazanmışlardır. ıtalyan Gotiğinin başarılı yapılarından biri olan Milano Katedrali’nin arka cephesinde ise mimar, ustalıklı bir düzenleme ve ince bir taş işçiliği ile payanda kemerlerinin yapı iskelesini andıran görünümünü gizlemeyi başarmıştır.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Gotik katedrallerde bütün ağırlık sivri kemerlerle sütun ve ayaklara aktarıldığı için taşıyıcı öge olarak duvara gerek kalmıyordu. Böylece ara bölümlere boydan boya pencereler açılabiliyor, bunlar da renkli camlarla kaplanabiliyordu. Çeşitli motiflerle ve figürlerle süslenen bu renkli camlara “vitray” adı verilir. Paris Notre-Dame Katedrali cephesindeki “gül pencere”, dönemin vitray sanatının en görkemli örneklerinden biridir. Gotik katedrallerde çok sayıda renkli pencere, iç mekanın aydınlanmasını sağlamakla kalmıyor, renkli ışıklar yapının içinde büyülü bir dinsel atmosfer oluşturuyordu. Gotik sanatta vitray, iç mekana büyülü bir hava vermekle kalmaz, resim sanatını da kapsar. Chartres Katedrali’ndeki vitrayda “Meryem’in Ölümü” sahnesinin büyük bir ustalıkla betimlendiği görülür.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Heykel sanatı, Gotik dönemde de mimariyle bağıntısını sürdürmüştür. Bu bağıntı özellikle cephe dekorasyonunda dikkati çeker. Katedralin bir parçası durumundaki bu heykellerin, yapının yüksekliğine uygun olarak normalden daha uzun yapıldıkları görülür. Bunlar donmuş gibi dimdik duran figürlerdir. Heykel sanatındaki bu donmuşluk, 13. yüzyıl ortalarında yumuşamaya, aziz figürleri bol giysileri içinde kımıldamaya, donuk yüzlü melekler gülümsemeye başlarlar. Kucağında çocuk ısa’yı taşıyan bakire Meryem heykellerindeki dini ağırlığın giderek dünyasal bir ana oğul sevgisine dönüşüp, hafiflediği sezinlenir. Gotiğin son döneminin resim sanatında da katı kalıpların gevşediğini, şematik anlatımların yerini doğalcı betimlere bırakmaya başladığını görürüz. Ama hem heykelde hem de resim sanatında doğal görünümü ön plana alan örnekler ancak Rönesans döneminde ortaya çıkar.




(Alıntıdır)

a red clover in the autumn




havadaki kasvet...teker teker yere düşen sarı yaprakların ölümü haber vermesi...kuşların kanatları altında huzuru aramak..yanından geçtiğim ağaçların heybetini kaybetmesi...zamanın ne kadar hızlı geçtiğinin fark edildiği zamandır sonbahar..yaz mevsimindeki akıl oyunlarından, yaşanan birçok şeyin geçiciliğini anlayıp güneşten kamaşmış gözlerin ovuşturularak ileri bakıldığı mevsim..geriye bakıldığındaysa yaz mevsimindeki sahte eğlenceleri göremezsiniz, ya da küçük renkli maskeleri..geriye bakıldığında yazın geride bıraktığı sanılan küçük hayal kırıklıkları, kalp buruklukları, karamsarlığın içinde boğulmaktan fark edilemeyen sevimli güzel anılar...denizler rengini maviden mor ve laciverde bırakır…hayatın en güzel renklerini verir sonbahar...kendini yeniler her şey..ölüm değil hayattır aslında orda başlayan…sarı kızıl yaprakların, eskimiş mektuplar ve beyinde gereğinden fazla kalan düşünceler..geride bırakılan kırmızı sıcaklar ve ilerde bizim yaklaşmamızı bekleyen acı soğuklar arasındaki tatlı, sakin bir esinti…gereksiz bir melankoli..insanı rüyalar diyarına daldığı derin ve sıkıcı uykusundan uyandırır toprak kokusu ve kuru yaprakların hışırtısı birbirine karıştığında..işte kişi ordadır...yazın getirdiği sahtelikte veya kışın içe kapanık halinde değil..ayrılıkları bıraktığında geride, karşıda küçük bir ışık huzmesi içinde umut göründüğünde yanında olandır sonbahar...yere düşen sararmış yapraklar, ağaçlardan değil takvimlerden düşer..zaman geçip gittiğinde geride ne kaldığını görmek için kafasını arkaya çevirir, o anda yaşadığını fark eder işte..çünkü geriye baktığında mutlu ya da kederli, anıları vardır hayatında...gözlerin önündeki gri perdeyi kaldırabilirse insanlar, soğuk olduğundan şikâyet etmeyi bırakıp ılık rüzgârı hissedebilirse teninde...sonbahar hep en sevdiğim mevsim olmuştur..ait olduğun yere geri dönme isteği belki de..ait olduğunu düşündüğün yere...bir gün onun da biteceği, hayatında tekrar bir düzen yaratmak için çabalayacağım, belki de başaramayacağım ve tekrar geriye bakma ihtiyacı hissedeceğim, çaresizlik halinden çok çok uzaktayım şu anda...insanların yanımda olduğunu hissediyorum..ve bir gün yeni kişilere ihtiyaç duyacağım, etrafımdaki mekân, içinde bulunduğum zaman, yanımda olan insanlar değişecek..hayatta sadece gidenler ve geride kalanlar var...zaman sürekli değişiyor ve bambaşka hayatlar, bambaşka seçenekler sunuyor önümüze...ama insanlar hepsini reddetmeyi, kendi kanı içinde boğulmayı tercih ediyor...siyah çizmeler dolaptan çıktığında melankoli başlıyor ve ilkbahara kadar sürüyor...bu yazıyı yazana kadar sonbaharı neden sevdiğimi bildiğimi sanıyordum ama şu an hiçbir fikrim yok...ama yine de seviyorum işte...siyah çizmeleri de..

3 Eylül 2007 Pazartesi

Vampyre


"Karpatyalılara hoşgeldin arkadaşım .Seni sabırsızlıkla bekliyorum.Bu gece iyi uyu .Sabah 3'te Bukoniva için parti başlayacak;senin için hazırlanmış o yerde. Borgo Pass'de at arabam senin için bekliyor olacak ve seni bana getirecek.Umarım Londra'dan başlayan yolculuğun iyi geçmiştir ve umarım ki benim güzel evimde kalmaktan hoşlanacaksın.


Dracula, Bram Stoker


KAN YAŞAMDIR


Vampirleri nasıl açıklayabiliriz? Efsane mi yoksa sadece bir söylence mi, bir romantiğin veya gotik yazarların yazdığı bir hikaye mi?Ya da vampirler gerçek mi?


Vampirlerin kökeni hakkındaki genel kanı çoğunlukla ,1931 yapımı klasiklerden biri olan ve Bela Lugosi'nin oynadığı "Dracula" filmiyle ortaya çıktığıdır. Kafamızdaki vampir imajı her zaman kültürlü bir Avrupalıdır, soylu sınıfın yaratığıdır,büyük ve kasvetli bir şatoda yaşar ve görkemli eşyalara sahiptir.Ama asla şarap içmez. Değişik bir damak zevki vardır ve bu da bizi ondan ayıran şeydir. Kan! Vampir kendisi sahip olmadığı için yaşayan bir canlıdan taze kan içmek zorundadır.


Son yıllarda Vampir kavramı Amerika'ya kadar yayılmıştır. Özellikle New Orleans çoğu zaman bu nedenden dolayı Amerikalıdan çok Avrupalı gibi görülebilmektedir. Anne Rice'ın Lestat'ı ve diğer filmlerdeki vampirler yada vampirle Görüşmenin verdiği vampirler hakkındaki bilgiler Kont Dracula'dan farklı değildir. Örneğin vampirler aynı şekilde bilgilidir, kültürlüdür, şıktır ve aynı zamanda canavar ruhludur. Ek olarak şehvetli ve baştan çıkarıcıdır. Bu da bizim modern Vampir görüşümüzün bir diğer unsurudur. Aynı zamanda Vampiri diğer kötü ruhlardan ve hortlaklardan ayıran unsurdur. Vampirler cinsel bir çekime sahiptir.


Ama kan tutkusu ve erotiklik vampirin tek özelliği değildir ya da anahtar kelime bu değildir. En önemli özellik vampirin ölü oluşudur.Bu da kafamızdaki ölümle ilgili tüm düşünceleri ve soruları bir anda ortaya çıkarır. Böylelikle ölüm hakkındaki kaçınılmaz korkularımız ve kabuslarımız, vampir hikayelerini beslemiş olur.


"Kan yaşamdır," der Bela Lugosi'nin Dracula'sı (orijinal olarak İncil’de geçen bir sözcedir); daha sonra şöyle ekler ,"ölmek ,gerçekten ölü olmak ..Gerçekten görkemli bir şey olmalı.. "Ve bu eski zamanlardan gelen ölümün,yaşamın ve kanın önemini anlatan sözler vampirin çok eski çağlara dayanan gizemini de aynı şekilde açıklamış olur. İlk vampir Kont Dracula değildi. İlk vampirlerin kökeni İsa'dan asırlarca öncesine ,modern zamanlardaki sözde şeytansı vampirlerin büyük düşmanı olanlara kadar gider.


Vampir efsanesi ilk uygarlıklardan olan Asur ve Babillilere kadar dayanmaktadır. Asıl vampir bugün bildiğimiz kültürlü nazik Avrupalı aristokratlardan değildi. Vampir başlangıçta sadece bir canavardı!


TARİHTEKİ VAMPİRLER


Vampirler ne zaman başladı? Diğer bir çok efsane gibi başlangıç tarihi tam olarak bilinmiyor;ama vampir hikayesinin kanıtı Mezopotamya’daki Tigris (Dicle) ve Euphrates (Fırat) nehirlerinin yakınındaki Kildani’de, kil yada taş tabletlerin üzerine yazılmış Asur yazıtlarında bulunmuş olabilir. Kildaniler diyarına, İncil’de geçen Abraham'ın asıl evi olan "Ur of the Chaldeans" da denir.


"Lilith", İbranilerin kutsal kitabında geçen muhtemel vampirlerden biridir ve kitapta tasvir edilmiştir.İsaiah'ın kitabında geçiyor olsa bile Lilith'in kökleri daha çok Babillilerin "demonolojisine" benzer.Lilith geceleri bir baykuş görüntüsüne bürünerek dolaşan bir canavardı.Avlanmak için yeni doğmuş çocukları ve hamile kadınları arardı. Lilith, geleneğe uygun olarak Adem'in,"Adem ve Havva" olmadan önceki karısıydı, ama daha sonra şeytanın tarafına geçti çünkü Adem'e itaat etmeyi reddetti.Bir takım olağandışı tutkuları vardı ve doğal olarak kötünün gözüyle bakıyordu.Ve sonuç olarak Adem 'in ve Havva'nın çocuklarına (yani tüm insan soyundan olanlara) saldıran bir vampire dönüştü.


Vampirlerle ilgili söylenceler Akdeniz’deki Mısır, Eski Yunan ve Roma uygarlıkları boyunca süregelmiştir. Eski Yunanlılar, çocuklarını yiyen ve kanlarını içen strigae veya lamiae'ya inanırlardı. Lamia mitolojide Zeus'un aşığı olarak geçer, fakat Zeus'un karısı Hera ona karşı savaşmıştır. Lamia delirmiş ve kendi dölünü öldürmüştür. Daha sonra da geceleri diğer insanların çocuklarını da aynı şekilde öldürmek için avlanmıştır.


Örneğin, Yunanlılar ve Romalılar tarafından bilinen bir hikaye Mennipus adında genç bir adamın düğününden bahseder. Düğünde tanınmış bir filozof olan Tyana'li Apollonius çok güzel olduğu söylenen gelini dikkatlice inceler. Apollonius sonunda gelini vampir olmakla suçlar ve hikayeye göre (daha sonra bu hikaye MS 1. yy’da Philostratus isimli bir akademisyen tarafından anlatılmıştır) gelin "vampirizm"i kabul eder. İddiaya göre Menippus ile evlenmesinin sebebi elinin altında içecek taze kan bulundurmak içinmiş.


Vampir hikayeleri canavarların kiang shi. diye adlandırıldığı eski Çin'de de yer almaktadır. Aynı şekilde eski Hindistan ve Nepal'de de vampirlerin yaşadığı öne sürülmektedir (en azından efsanevi olarak . Mağara duvarlarındaki eski çağlara ait çizimlerde bir takım yaratıkların kan içtiği gösterilmiştir. Nepal’e ait "Ölümün Efendisi" elinde kanla dolu, kafatası şeklinde bir kadeh tutuyor ve kanla dolu bir havuzun önünde duruyor halde betimlenmiştir. Bu duvar resimlerinden bazılarının i.ö. 3000 yıllarına kadar dayanan bir geçmişi olduğuna inanılmaktadır. Rakshaslar, Vedas adı verilen eski kutsal Hindistan yazılarında tarif edilmiştir. Bu yazılarda (tahminen i.ö. 1500) Rakshaslar (yokediciler )vampirler gibi betimlenmiştir.Eski Hindistan hakkındaki bilgilere göre bir başka canavar daha vardı. Bir ağaçtan baş aşağı asılmış, yarasaya benzeyen ve kendi kanından yoksun bir canavar. Bu yaratığa 'Baital' deniliyordu.


Diğer eski Asyalılar Malezyalılar gibi "Penanggalen" adındaki bir çeşit vampire inanıyorlardı.Bu yaratık insan başına sahipti ama bütün organları dışarıdaydı. Ve diğer insanların, özellikle de küçük kurbanlarının kanını içerek yaşardı.


Tanınmış vampir yazarı Montague Summers'ın 1928'de yazılmış ve bir klasik olan "Vampir - akrabaları ve Yakınları” nda, İspanyol gezginlerin gelişinden önce vampirlerin Meksika'da yaşamış olabilecekleri söylenir. Ayrıca Arabistan'ın da vampirden haberdar olduğunu yazmıştır. Agul diye hitab edilen "Arap Geceleri Hikayeleri"nde vampir benzeri yaratıklar olduğunu yazmıştır; bu insan eti yiyen bir hortlaktır.


Temeli ruhlara dayalı olan Afrika inançlarında da vampir efsanesine dair işaretler vardır. Caffre kabilesi bir ölünün tekrar geri dönebileceğine ve bir canlının kanıyla yaşayabileceği inancını benimsemiştir.


Bir çok vampir hikayesinin olduğu eski Peru'da ,genç birinin kanının içilerek şeytanın müritlerinden biri olunacağına inanılırdı.


Çok eskilere dayanan ölüm korkusu, büyü, hayat veren kan gibi olgular egzotik diyarlardan ve eski çağlardan günümüze kadar gelmiştir. Bugün ise vampirlerin evrimi hala sürmektedir.


VAMPİRLER VE CEHALET ÇAĞI


Vampir efsanesi her zaman doğal bir fenomen olarak açıklanmıştır, diğer bir şekilde bu durum ilkel ve ilmi bilgiden yoksun insanlara açıklanamazdı. Belki de en hayret verici inanç Orta Çağ Avrupası’nda bir çok insanın ölümüne sebebiyet veren “Black Death”(Kara Ölüm) denilen hastalığın aslında vampirlerin işi olduğuna inanılmasıdır.


“Black Death” bildiğimiz kadarıyla pireler ve farelerden yayılan bir çeşit vebaydı ve 1300’lü yıllarda Avrupa nüfusunun neredeyse 1/3’ünün ölmesine neden olmuştu.O zamanın insanları nasıl olduysa bu ölümlerden bir çoğunu vampirlerin yaptığı fikrinde birleşiyorlardı. Belki de vebanın vampirlerden yayıldığını düşünmüş olabilirler. Bazı durumlarda ise ölen bir akrabanın geri dönüp bir kurban aldığına inanılırdı (aslında vebadan ölen bir kurban). Bir diğer şekilde ölü bir düşmanın vampire dönüşmüş halde geri dönüp birilerini öldürebileceğine de inanılırdı. Bu yüzden bir çok mezar kazılmış ve vampir olduğundan şüphelenilen insanların vücutları tekrar öldürülmek üzere çıkarılmıştır.


Vampirlerin mezarlarını belirlemek için bir takım ahmakça metotlar kullanılıyordu. Örneğin bir bakire atın üzerine çıplak yerleştirilip, mezarlığın içinden geçirildiğinde eğer at belirli bir gömüt üzerinden yürümek istemezse bu yerin bir vampirin mezarı olduğu varsayılırdı ve ölü mezardan değişik şekillerde öldürülmek üzere çıkarılırdı.


En saçma vampir inanışları vampirleri öldürmek ve vampirizmi durdurmak için kullanılan metotları kapsar. Şunu hatırlatmak önemlidir ki, bugün bize bu denli saçma gelen inançlar nasıl bir cehaletin hüküm sürdüğü bir çağda insanların umutsuz bir şekilde batıl inançların bu denli etkisi altında kalmasına neden olmuştur!


Ölüler kimi zaman yüzleri güneye bakacak şekilde gömülürlerdi. Eğer ölü bir vampire dönüşmüşse mezarın yeri ölünün kaçma girişime tedbir olarak daha derin kazılır ve dış yüzey ters olacak şekilde yerleştirilirdi. Tahta kazıklar bazen mezarın üzerine dikilirdi .Böylelikle eğer vücut mezardan kalkmaya yeltenirse kendini kazığa saplamış olurdu. Kalpten saplanması umut edilirdi.


Cesetler bazen ölümden geri dönüşlerini zorlaştırmak için halıyla yada bir takım kumaşlarla sarmalanırdı bazen de kolları ya da bacakları halatla bağlanırdı. Ölünün dönüşünü önlemek için genellikle mezarın üzerine büyük kayalar yerleştirilirdi (Bu belki de mezar taşı yapımcılığının başlangıcı olabilir mi?!) ve şunu eklemek gerekir ki bir takım insanlar vampirlerin ölümden sonra da yaşayan bir çeşit hayalet olduklarını düşünüyorlardı. O zaman bir hayaleti mezarında tutmak için taşa mühürlemekten daha iyi bir yol olabilir miydi?!


Ölümden sonraki doğal bedensel çürüme süreci insanları aslında ölülerin gerçekten de vampirlere dönüştüklerine inandırmıştır. Saçın ve tırnakların uzamaya devam etmesi, yaşamın da devam ettiğinin, ölünün bedeninde gazdan dolayı meydana gelen normalden fazla şişkinlik, hala beslendiğinin göstergesi sayılıyordu. Kan bazen bedensel bozulmanın bir sonucu olarak ağza yakın bir yerde bulunuyordu bu da ölünün kan içtiğinin belirtisi olarak algılanıyordu ve genellikle cesedin soluk teni ve garip görünüşü,vampirin kana ihtiyacı olduğunun bir göstergesiydi.


Cahil insanlar vampir saldırılarının önüne geçmek ve bunları engellemek için de yine aynı şekilde batıl inançları izlediler. Bunlardan çoğunlukla en çok bilinen iki tanesi vampirleri korkutup kaçırmak için kullanılan bitkiler, “wolfsbane” (kurtboğan) ve tabii ki sarımsaktı. Ortaçağ boyunca insanlar, ölünün korkunç kokusunun – özellikle veba salgını süresince – ölüm nedeniyle bağlantılı olduğu teorisine inanıyorlardı. Ve bu ölümler bir şekilde vampirlerle ilişkilendiriliyordu. Muhtemelen ölüm kokusuna karşı, etkisini gidermek için sarımsağın güçlü kokusu kullanılıyordu. Bunun dışında sarımsak eski Romalılarda dahil olmak üzere çağlar boyu ilaç tedavisinde kullanılan bir bitki olmuştur. Çok ciddi olmasa da modern bilim bile sarımsağın bazı durumlarda insan sağlığında önemli yeri olduğuna inanmaktadır.


İnsanlar vampirlere dair inançlarını meraklı bir şekilde geliştirmişlerdir. Bazıları siyah bir kedi ya da köpeğin herhangi bir cesedin üzerinden atlamasını, ölünün vampire dönüşebileceği şeklinde yorumlarlardı. Bukovinian bilgilerine göre kül ağacından yapılmış bir kazık intihar ederek ölenlerin göğsünün arasından çakılmalıdır çünkü intihar etmenin vampirizmin nedenlerinden biri olduğu varsayılırdı. Eski İngiltere’yi de kapsayan bazı kültürlerde intihar edenlerin vampire dönüşmelerine engel olmak için, dört yolun kesiştiği yerlere (yolların haç işaretini oluşturması nedeniyle) gömülürlerdi.


Bir çok insanın vampirleri yok etmek için kendilerine has değişik metotları vardı. Bazı İslav milletleri, kül ağacından yapılmış bir kazığın vampirin göğsünden saplandığında onu öldürebileceğine inanırdı. Bu bir çoğunun gözde metodudur, kalpten çakılan bir kazık. Her nasılsa bir çok farklı yerde kazıkların yapılacağı belirli ağaçlar seçilmiştir. Örneğin Silezya’da meşe ağacı bu işi görürdü, Sırbistan‘da ise alıç ağacı gerekli görülürdü.


Bunun dışında vampir olduğundan şüphelenilen ölülerin kafaları, balta ile kesilirdi. Bazen de cesetler su göletlerine atılmış yada yakılmıştır.


Bu inançların temelinde halkın genel cehaleti yatıyordu ama vampir efsanesinin en büyük trajedisi vampir söylencesine olan inancın, iyi yada kötü din kuruluşunu etkilemesiyle gerçekleşmiştir.


Orta çağ Avrupası’nda kilise, vampirlerin varlığını onaylamış ve bir inanca bağlı olmayan mitlerden alıp vampir kavramını şeytanın yaratıklarından biri olduğu yönünde değiştirmiştir. Vampir açıkça kötülüğün ve dinsizliğin bir parçası olsa bile, ölümden sonra hayat, bedenin dirilişi, maddesel değişim (ekmekle şarabın İsa peygamberin etiyle kanına dönüşmesi) gibi Hıristiyanlık öğretilerini destekleyen bir inanılabilirliğe sahipti. Ekmek ve şarap kavramı İsa’nın son yemeğine dair genel bir kavramdır ve Hıristiyanlar arasında İsa’nın kanı ve bedeninin paylaşımının bir simgesidir. Bu inancı benimsemiş ve İsa’nın kanını içen insanlar, kendi kanlarını içen şeytanlara yani vampirlere karşı daha güçlü olurlardı.


Orta çağ boyunca kilise vampirlere olan inancın doğruluğunu kabul etti ve vampirizmi yalnız başına sona erdirmek için gereken yetiyi kazandı.Bu durum giderek güçlenecek ve 2 yüzyıl sonra 1489’da bir dönüm noktası olan “Malleus Maleficarum”adındaki kitap ortaya çıkacaktı. Bu aslında cadıların zulmünü anlatan bir kitap olarak tasarlanmış olmasına rağmen aynı şekilde kötü kalpli vampirler içinde uygulanmış olabilir. Ne yazık ki bir çok cahil insan yazılanlar nedeniyle boş yere işkence görmüş ve hiçbir iyi neden olmadan idam edilmişti. Bu kitap İngilizce’de “The Hammer Against Witches” olarak biliniyor ve sözde şeytanla işbirliği içindekileri tanımak, zulümlerinden korunmak için yol gösteriyordu.


Tanrı bilimci olan Leo Allatius’un 200 yıl sonra bulunan yazıları, kilisenin hala vampirlere karşı olan inancını sürdürdüğünün bir kanıtıdır. Allatius kilisenin öğrencisi olarak Yunanlılardaki vampir kavramı üzerinde çalıştı. 1645’te yaptığı “On The Current Opinions Of Certain Greeks” isimli çalışmasında vampirlerin sık sık aforozun sonucu olduğu kararına vardı. Vücudun çürümemesi ve bedenin maddesel olarak dünyayı terk edemediği görüşü Yunanlılarda vampirizmin ispatıydı. Şişmiş bir vücut da aynı şekilde olası vampirizmin bir kanıtıydı. Bazı vücutlar yeteri kadar hızlı bir şekilde çürümeyebiliyordu.Bu da aslında toprağın kimyasal tipiyle ya da soğuk hava derecesiyle bağlantılıydı. Bedensel şişkinlik ise tümüyle ölünün doğal olarak ürettiği gazların bir sonucuydu. Birçok insan haksız yere vampir olmakla suçlandı. Bedenin çürümemesinin bir eksiklik olarak nitelendirilmesine karşın bu durum aynı zamanda kutsallığın ve azizliğin işaretiydi. Aralarındaki fark ise vampir olarak varsayılan bedenin tam anlamıyla bozulmamış olsa da garip, soluk ve şişkin bir şekle dönüşmesiydi .Oysa azizin kutsal bedeni neredeyse mükemmel, el değmemiş ve sanki hala yaşıyor izlenimi verirdi. Ayrıca vampirler çürümenin olmadığı süre içinde bile kutsanmış bedenlerin aksine kötü kokarlardı, sarımsağında bu kokunun üstesinden gelmek için kullanıldığını hatırlatmakta fayda var.


Daha gerilere bakacak olursak ilk Hıristiyan Yunanlılarda aforoz etme yetkisi olan rahip yada piskopos, aynı şekilde günahkarın vücudunun çürümesine engel olunmak içinde izin verebilirdi. Böylelikle günahkarın ruhu cennete gitme özgürlüğünden yoksun olacak ve günahları affedilinceye kadar yeryüzünde kalacaktı. Görünüşe göre batı kilisesi de bu inancın aynı şekilde etkisi altındaydı.


10. yy’da Bremen’in başpiskoposun St. Libertius’un da buna benzer bir yetkisi vardı. Ona göre; bazı korsanları aforoz etmek için; iddiaya göre içlerinden birinin vücudunun yıllar sonra bile hala bozulmamış olduğunun tespit edilmesi gerekmekteydi. Görünüşe göre bedenin küllere dönüşmeden önce, günahları için piskopos tarafından bir bağışlanma isteğine inanılıyordu. Bu nedenle rahip, olası vampirleri aforoz etmek ya da bu kararı bozma gücüne sahipti.


Leo Allatius belki de, vampirlerin şeytanın hizmetinde olan ve geceleri av peşinde koşan yaratıklar olduğunu resmen ilan eden ilk bilgindir.


Kilisenin vampirler üzerindeki gücünün kanıtlarının (vampirleri korkutmak için kullanılan kutsal haç vb.) hepsi en azından Ortaçağ İngiltere’sinde belgelenmiştir. Newburgh’lu William adı verilen yazar M.S. 12. yy’da ölen bir adamı ele almıştır. Söylendiğine göre bu adam karısına eziyet etmek için ölümden geri dönmüştür. Bu olayın yerel halk ve rahip üzerinde oluşturduğu dehşet nedeniyle bölgenin piskoposu, ölenin geçmişte işlediği tüm günahları affetmiştir. Mezar açılmış ve gerçek yazılı bağışlama, “vampir”in vücudu üzerine yerleştirilmiştir. İnsanlar cesedin vücudunun çürümeye dair hiçbir iz taşımaması ve oldukça iyi bir durumda olması nedeniyle şaşırmışlardı – ya da tam tersi - ama neyse ki yazılı bağışlama herkesin iyiliği için bir kez daha mezarın içine yerleştirilir, bu şekilde vampir bir daha kimseyi ziyaret edemeyecektir!


Şunu not etmek gerekir ki, vampirleri yok etme metodu – resmi kilisede belgelendiği şekilde- köylülerin mezarda bulunan vampirlere uyguladıkları olağan metotlardan (cesedi yakma, kalbini çıkarma,kafasını kesme ya da kalbine kazık çakma vb.) daha uygar ve yasalara uygundu.


1700’lü yılların başlarında Paris’teki Sorbonne Üniversitesi, toplumsal uygulamalardan biri olan, ölünün vampire dönüşmesini engellemek için bedenin biçiminin değişmesi fikrine resmi olarak karşı çıkmıştır. Bunun ardından Sarbonne Üniversitesi belirgin bir şekilde temelinde mantıksız batıl inançların yattığı bir uygulama olan, vampir olduğu varsayılan cesetlerin şeklinin değiştirilmesi fikrine karşı koyarak radikal bir pozisyon almış oldu. Bunun dışında vampirlere inanış hakkında akıllı eleştiriler de yapılmıştır. Örneğin Fransız rahip olan Dom Augustine Calmet 1746’da “A Treatise On Apparations Spirits And Vampires a.k.a The Phantom World” – Hayaletler ,Ruhlar Ve Vampirler hakkında bilimsel bir kitap – Hayali Dünya – adında vampirlerin varlığını sorgulayacak kadar cesur bir kitap yazmıştır. Calmet o günlerde kol gezen, vampirler hakkındaki tüm söylencelere meydan okuyarak bir inancı benimseyebilmesi için ilk önce kanıta ihtiyacı olduğunu belirtmiştir. Calmet özellikle vampirlerin ölümden geri dönme gibi insanüstü işler yapabilmeleri konusuna şüpheyle bakmıştır. Bunun yanı sıra Avrupa’nın her tarafında, varsayılan vampir salgınının gerçekte neye dayandığı hakkında analiz ve kritikler yapmıştır.


Sonuç olarak cehalet çağları ve buna bağlı batıl inançlar, bilimsel metotların kullanıldığı akıl ve aydınlanma çağına yol vermiştir. Tıp bilimi “Black Death” gibi vebaların şeytan ve metafiziksel vampirler tarafından yayılmadığını kanıtlamaya muktedir olmuştur.


Romantik Şeytan


New Orleans’lı 19. yy’ın ünlü Voodoo kraliçesi Marie Laveau bir keresinde kendisinin vampir olduğunu söylemişti, değildi ama 1800’lerin sonunda, New Orleans’ta tanınmış yazar Lafcadio Hearn Laveau’nun vampir olduğunu düşüncesine katılmıştı. — en azından böyle tahmin ediyordu.


Muhtemelen Hearn bir zamanlar yaşamış olan Laveau ‘un kızıyla konuşuyordu ve kızının ismi de Marie’ydi. Hem sonra Bay Hearn bir romantikti .Yunanistan’da doğmuş ve aşina olduğu Voodoo topluluğunun bulunduğu New Orleans’da gazeteci yazar olarak ün yapmıştı. Daha sonra egzotik Japonya’ya gidip evlenerek oraya yerleşmişti. Lafcadio Hearn emin olmak için vahşi tarafta yürüdü ama Marie Laveau hakkında ileri sürdüğü iddia tamamen inanılmaz değildi.


19. yy. New Orleans büyücülüğünde horoz kanının çıkarılıp içildiği söylenmiş ve aslı olmayan vahşi hikayelerle, büyü dinine inananların, çocukları kazanlar içinde pişirip yedikleri söylentisi yayılmıştır. Bunlar gerçek olmamasına rağmen bazı insanlar “Black Death” ve benzeri vebaların vampirler tarafından yayıldıklarına inandıkları gibi, büyücülük hakkındaki bu söylencelere de inanmışlardır.


Fakat büyüleyici Marie’yi vampir olarak adlandırmanın başka bir sebebi de olabilir.Yoksa ona “Vamp” mı demeliyiz ?! O hem şehvetli hem de doğaüstü güçlere sahipti ve Laveau Eski Avrupa’nın, cinsel mesaj taşıyan ve bununla beraber gece ölümden geri dönerek kan arayan vampirlerden farklı değildi.


Kraliçe Viktorya döneminde vampirlerin, bilinçaltı şehvet dürtüsü, uydurma Dracula yoluyla yüzleştirilmiş olmalı. Ama eski bilgiler,gece ziyaretlerinin amaçları çok da belirsiz olmayan iki şeytandan bahseder. Belki de onlar vampirler hakkındaki inançları desteklemişlerdir. Bu romantik şeytanlar hem erkek hem de mitolojiye göre erkeklerin rüyasına giren ve onlarla cinsel ilişki kuran dişi şeytanlardır. (incubus, succubus)


Kabusları, Freud’un bilinen ve modası geçmiş, korku ya da cinsel dürtülerin bastırılması analiziyle bağdaştırarak açıklayabiliriz.Ama Ortaçağ’da birinin yatak odasını ziyaret eden şeytan görüntüleri su götürmez şekilde incubus (erkek), succubus (dişi) ifritlerin işleriydi. Bunlar insanlara uyku sırasında saldıran yaratıklardı (bu aynı zamanda modern çağda “uzaylıların adam kaçırma “ inancının da ortaya çıkmasına neden olabilir mi?).


KAN EMİCİ KONTES


Vampir miti,"Blood Countess" olayı gibi birkaç olağandışı bilgiden yola çıkılarak ,tarihsel bir olgu gibi gösterilebilir.


16. yy Macar Kontesi Elizabeth Bathory'nin yaptıkları ,korku hikayelerine rakip olacak cinstendi. Bazıları O'nun şeytandan daha kötü olduğunu söyleseler de ,işlediği suçlar "kötü" kavramının çok ötesindeydi.Bram Stroker, vampirler hakkındaki romanının araştırmasını yaptığı sıralarda Sabine Baring -Gould'un "The Book Of Werewolves " adlı kitabına rastladı.Bu çalışmada "Blood Countess" denilen merhametsiz bir kadının yaptıkları anlatılıyordu.Görünüşe bakılırsa bu hikaye Stroker'ın Kont Drakula'yı yaratmasında esin kaynağı olmuştur. Gerçekte Elizabeth'in kuzeni Stephan Bathory bir gün Transilvanya'da bir prens olacaktı.


Elizabeth iyi eğitim görmüş,akıllı bir kadın olmasına rağmen çok acımasız ve zalim bir kişiliğe sahipti. Anlaşılan kocasının ölümünden sonra ortaya çıkan ölüm korkusuyla ,uşaklarına ve kölelerine karşı sadist davranışlar içersine girmişti. Sonsuzluk ya da uzun hayat olmazsa bile en azından kan banyosu yaparak genç görünümlü bir ten elde etme çabasındaydı. Kocası bir asker olarak, savaşta esir düşmüş Türk askerlerine duygusuzca işkence ederdi ve Elizabeth aslında, nasıl zulmedileceği hakkında bilgileri kocasından almıştı.


Söylendiğine göre Bathory, çok sayıda kadın öldürmüş ve yaptığı insanlık dışı eylemlerinde kendinden mevki olarak aşağıdaki kimseler tarafından yardım görmüştür.


Bathory, kurbanlarını dövmeyi alışkanlık haline getirdiği gibi aynı zamanda onları sakat bırakırdı. Yine söylentilere bakılırsa Castle Csejthe adlı evinin yakınlarında kurbanlarından bazılarını kışın karlı ve soğuk havasında üzerlerine buzlu su dökerek dondururdu. Bunun dışında olası yamyamlık davranışları da sergilemekteydi. İddiaya göre Bathory bir defasında, yaşayan hizmetçi bir kızın vücudundan bir çok ısırık almıştır. Blood Countess 'ın genç kalma umutları için bakire genç kızların kanıyla banyo yaptığı gibi efsanevi hikayelerde vardır. Başka bir kaynağa göre de 650 kızı öldürüp kanlarını içtiği söylenir.Yine de kesin olan tek bir şey vardır ki, o da Elizabeth Bathory gerçekten varolmuş ve şeytanca işler yapmıştır.


Ölü sayısı arttığında Bathory'nin uşakları cesetleri şatonun dışına attılar. Kan içindeki ölü vücutları bulan köylüler doğal olarak onların vampirler tarafından öldürüldüğünü düşündüler dedikodular böylelikle yayılmaya başladı.


Bathory 1610 yılında, genç yaştaki kızları öldürme teşebbüslerinden sonra tutuklandı. Büyücülükle ilgisi olduğu iddiası tutuklama nedeni olarak gösteriliyordu. Söylentilere göre, kurbanların cesetleri kanlar içinde şatosunda bulunmuştu.1611 yılında yapılan 2 duruşmada Bathory'nin işlediği suçlar hakkında tek ve gerçek ifadesi alındı.Kendisi bizzat mahkemede ortaya çıkmadığı halde ,uşakları orda bulunuyordu. Mahkemenin ardından Kontes'in sadık uşakları yetkililer tarafından öldürüldü ve Elizabeth, Karpatya dağlarında bulunan şatosundaki yatak odasına ,ölümünden yıllar sonrasına değin hapsedildi. O'nun hakkında anlatılan efsaneler hala devam etmektedir. Bugün bile bazı insanlar Bathory'nin hayaletinin ,anavatanı olan Karpatya'da geceleri etrafta dolaşarak kan aradığını söylerler.


Elizabeth Bathory'nin hikayesi bize, vampir efsanelerinin, akli dengesi bozuk bir katilin gerçek hayatta yaptıklarının yanlış yorumlanmasıyla ne kadar fazla desteklenebileceğini ve cahil insanların inançlarını nasıl beslediklerini göstermektedir.


DRAKULA


Bram Stoker'ın anıtsal eserinin yanı sıra,19.yy.'da vampirler hakkında yazılmış başka eserlerde vardır.1819 yılında Dr. John Polidori "Vampyre"'indeki kahraman/suçlu vampir Lord Ruthven karakterini ünlü şair Lord Byron'un etkisi altında kalarak yaratmıştır. Polidori, temelinde Lord Byron'dan aldığı önerilerle bir vampirin ürkütücü hikayesini ortaya çıkarttı. Bazı insanlar bu hikayeyi aslında Lord Byron'un yazdığını düşünseler de, durum böyle değildir. Hikayenin yazarı Polidori'dir. Mary Shelley'in yazdığı "Frankenstein"adlı eseri ise,o dönemin rekabet halindeki aynı tür vampir hikayelerinin dışında yer almaktadır.


Daha sonra 1872'de Stoker'ın İrlandalı bi yurttaşı olan Joseph Sheridan Le Fanu tarafından "Carmilla" yazılmıştır. Bu eserin Stoker'ın çalışmasını etkilediğine şüphe yoktur.Yine de La Fanu'nun eserindeki vampir dişiydi. Biraz daha geriye bakacak olursak 1847'de yazılmış "Varney The Vampyre" adındaki esere rastlarız. Döneminde popüler bir korku hikayesi olmasına rağmen,kalitesi tartışılır.


Yazılmış bütün hikayeler arasında Bram Stoker'ın "Drakula"sı en iyi vampir hikayesidir. Bir yüzyıldan daha fazla zaman sonra bugün bile 1897'de yarattığı Drakula en çok bilinen vampir imajıdır. Yine de aslında 2 Drakula vardı. Biri Stoker'ın uydurma yaratığı,diğeri ise gerçekte yaşamış olandı. Gerçek olan Vlad Tepeş, kazıklı Vlad ya da şeytan anlamına gelen Drakul olarak biliniyordu. Aynı zamanda O'na "Drakul'un oğlu"anlamına gelen Drakula da deniliyordu.


Vlad Drakula 15.yy'da yaşamış gerçek bir Romanya prensiydi. Ordusunu Türklere karşı kışkırtmakla ünlüydü. Romanya'da bugün bile O'na bir kahraman gözüyle bakılmaktadır.(Örneğin Romanya ordusu, modern bir saldırı helikopterine AHO1-RO Drakula ismini vererek O'nu onurlandırmışlardır.) Kahraman olmasının yanı sıra Vlad bir seri katil ve en favori öldürme şekli kazığa geçirmek olan canavar ruhlu bir adamdı.Bu bir çeşit çarmıha germe işlemiydi,ama kurban çarmıha asılmak yerine uzun,sivri bir sırıkla alttan kazığa geçiriliyordu. Diğer bir şekilde söyleyecek olursak kazık vücudu dikey bir şakilde geçerdi. Daha sonra bu bir orman dolusu vücut,onları seyretmekten ve kulak tırmalayıcı seslerini dinlemekten zevk alan Vlad Drakula için sergilenirdi. İddiaya göre Vlad bir keresinde 20.000 Türkü bu şekilde öldürüp düşmanlarını korkutup uzak tutmak için kazığa geçirilmiş tüm bedenleri bostan korkulukları gibi sıra sıra dizmişti. Vlad caniliğini sadece kurbanlarını kazığa geçirmekle sınırlandırmıyor aynı zamanda onları pişirip doğramaktan da zevk alıyordu.


Vlad Drakula gerçek bir vampir olmadığı gibi yine de modern vampir hakkında en inanılabilir tanıma sahipti. Vlad Drakula yemeklerinde kurbanlarının kanlarını çorba gibi ekmeğini batırıp içerdi.Bu söylenti 1463'te bulunan en kurallara uygun ve dürüstçe hazılanmış belgelerden biri olan "The Story of a Bloodthirsty Madman called Dracula of Wallachia"ile uygunluk göstermektedir. Yani Vlad'ın insan kanı içmekten gerçekten zevk alıyor olması oldukça mümkündü.


Vlad Drakula'nın etkisi altında kalan, Bran Stoker'ın yarattığı vampir daha esaslıydı ve oldukça açık bir şekilde bilinen film versiyonlardaki kötü karakterden çok daha çirkindi. ---1922'de yapılan Alman filmi Nosferatu'da Stoker'ın tam olarak istediği gibi betimlenmiş olduğu söylense bile--- Şunu hatırlatmak gerekir ki;efsaneye uygun olarak vampirler esasen çirkin,kokulu,çürümeyen cesetlerdi. Stoker ve 1922 filmi Nosferatu,modern,nazik ve kibar versiyonlarından çok farklı olarak grotesk bir vampir geleneğini izlemişlerdir.


Paranormal dünyada, vampirlerin geceleri dolaşması ve gündüzleri de mezarlarında kalması, astral projeksiyon fenomenlerinden biri olabilir. Bunu a fiziksel bedenden ayrılan ruhun astral uçuşa geçmesi ve üç boyutlu maddesel dünyadan ayrılması olarak açıklayabiliriz. Astral beden fiziksel bedenden ayrılarak –inançlara göre- beden dışı tecrübelerle seyahat eder. Eski dini inançlarda yoğun olarak bahsi geçen bu tecrübe vampirlerin kan ararken kullandıkları bir yöntem olarak algılanmaktadır.


Bunlara ilaveten, vampirizm de geçen kimi psiko cinayetlerin işlenmesinde modern tıpta açıklanan bazı bilimsel temellerin sonuçları görülmektedir. Bu açıklamalar 1990 yılında Daniel C. Scavone’un kabataslak üzerinden geçerek yazdığı “Vampires” kitabında yazdığı senaryolarla bağlantılıdır.


Son yıllarda bazı yazarlar, geçmiş zamanda vampir olduğu iddia edilen insanların aslında medikal hastalıklarının pençesinde oldukları teorisini öne sürmüşlerdir. Bunlardan bir tanesi de günümüzde ‘porfiri’ olarak anılan hastalıktır. Bu hastalıkta kırmızı kan hücrelerinin (alyuvar) yeteri kadar üretilememesi söz konusudur ve bu belirti karanlık çağlarda bilgisiz insanlar tarafından vampirizm vakaları için çıkardıkları bir sonuçtu. Söylemek burada gereksiz olsa bile hala bir çok inananının bulunduğunu farz edersek o insanlar aslında vampir değillerdi. Porfiri teorisini açıklamamızın sebebi sadece şu anki vampirlere inananların irrasyonel inançlarının ne olduğunu göstermek içindir.


Bir başka hastalık çeşidi olan ve yine vampir vakalarında insanların şüphesini uyandıran günümüzde kansızlık hastalığı olarak bilinen anemidir. Kandaki alyuvarların sayıca azalması ya da yetersiz hemoglobin(demir elementi içeren ve oksijeni taşıyan) içermesiyle ortaya çıkan bir hastalık olan aneminin belirtilerinden biri derinin soluklaşması ve soluk darlığıdır ki bu da vampirizmin kesin işaretleri sayılırdı.


Katelepsi ise vampirizm vakalarında yapılan hatalarda görülen bir başka hastalık türüdür. Bu hastalıkta hasta kendiliğinden hareket etme yeteneğini yitirerek bir kez aldığı duruşu değiştirememesi ve bazen tam olarak edilgen duruma gelmesidir. İlginç olan hastanın, normal bir insanın rahatsız olacağı konumlarda hareketsiz olarak uzun süre kol ve bacaklarını tutabilmesidir. Bu da tarihte bazı insanların nasıl diri diri gömüldüğüne ilişkin bir neden sayılabilir. Duyma ve görme yeteneğine sahip olan çevresindeki olanları algılayabilir ve bilinci yerindedir. Kaslarını hareket ettiremediği için yardım çağrısı yapması imkansızdır. Bu psikomotor hastalık vampirizm ile ilgili yaratılan kafa karışıklığına ve insanların vaktinden önce kefen giymesine dair ciddi bir analiz ve hayal gücü üretmemize yardımcı olacaktır. Ortaçağ Karanlığında bu tür belirtiler gösteren insanlardan korkan halk onların vampir olduğunu ve derhal gömülmesini talep etmiştir.


Bu hastalıklar gibi bir çok başka kan hastalıkları ya da fiziksel veya mental rahatsızlık gösteren insanlar vampir veya şeytan özelliklerine sahip oldukları için yargılandılar. Derisi bozulan veya gitgide çirkinleşenlerin de ilkel insanlar tarafından vampir olduklarına inanılırdı.


Burada psikolojik faktörlerde büyük rol oynamaktadır. Eğer kitlesel olarak bir vampir inancı var ise, onlar bunun gerçek olduğunu düşünmeleri normaldi ve bilim dışı inançların etkisinde olan bir kitleden nasıl gizemli veya doğal fenomenleri açıklanması beklenebilir ki? Vampir inancı da bu şekilde açıklanamayan şeylerin dayatıldığı bir kültür olarak günümüze kadar gelmiştir. Cehalet ve korkunun, hurafelerin kuvvetlendirilmesinde ve yayılmasında çok önemli katkısı olmuştur. Ve günümüzde ya da gelecekte olan olaylarında önümüze bakmak için, insan ruhsal yapısı değişmedikçe vampirizm olgusundaki meydana gelen sonuçların başka varyasyonlarının üretilmesinin an meselesi olduğunun aşikar olduğunu söylemek gerekir.
(Alıntıdır)